(Prof. Dr. Mehmet Okuyan’a sitem ve serzenişlerimle, Prof. Dr. İsrafil Balci’ya da biraz rahatlaması dileklerimle)

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Değerli hocam, bu satırları yazarken hayli düşündüm, zira arkadaşımlarıma birkaç satır eleştiri ya da eleştirimsi bir şey yazdığımda hayreti mucip bir alınganlık ve hırçınlıkka karşılaştım. Bu yüzden, yazıp yazmamakta bir süre kararsız kaldım, ama sonunda “Ekranda Te’vilin Belini Kırmak” başlıklı eleştiri yazımda kendisiyle ilgili dolaylı eleştirime orantısız bir alınganlık gösteren Prof. Dr. İsrafil Balcı’nın, “Bak, Okuyan da senin hiç tasvip etmediğin türden te’viller yaptı televizyonda; hadi şimdi ona da bir eleştiri yazsana” şeklinde kışkırtıcı bir face paylaşmı yaptığından da haberdar edilmem neticesinde birazcık da kışkırtılmış(!) olarak, birkaç satır yazmanın gerekli olduğunda karar kıldım. Hocam, ister darılın, ister gücenin ama bu satırları yazmak ve milyonlarca insanın gözü önünde Nisâ 3/34. ayetteki vadribûhünne lafzına, “Naşize karılarınızı evden uzaklaştırın” gibi bir mana vermenizden dolayı sizinle birkaç hususu tartışmak durumundayım.

Evvela, “karı dövme”nin -ki karı kelimesi kaba ve itici gibi görünse de bunun hukuki bir terim olduğunu ve nikâh memurunun da “Sizi karı-koca ilan ediyorum” dediğini unutmamak gerekir– müslümanlık ve adamlıkla ilişkili bir mesele olmadığını, dolayısıyla Kur’an’ın bu ifadesinin din, iman, faziletle değil, nüzul dönemindeki erkek egemen toplumda erkekleri gönüllemeye -ki o gün İslam ve tevhid davasını yürütmek, düşmanla cenk etmek ancak erkeklerle mümkündü; bu yüzden de öncelikle ve özellikle erkekleri gönüllemek gerekiyordu- yönelik bir rüşvet-i kelam olmaklıkla ilgilidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için, Hz. Peygamber’in ifk hadisesi gibi çok zor ve ağır bir tecrübe yaşamasına rağmen karısı Hz. Âişe’ye bir fiske bile vurmadığını hatırlatmak gerekir.

Hocam, darabe kelimesine “dövmek, fiske vurmak” yerine, “evden uzaklaştırmak” manasını hangi ilmî ölçüte göre tercih ettiniz? Bu kelimenin enva-i çeşit anlamından birini tercih ederken, acaba içine doğduğunuz ve halen içinde bulunduğunuz modern toplumsal matrisin ve çağın dayatmasını dikkate almış ve dolayısıyla tek ölçüt olarak, “Bu çağın ve bilhassa Türkiye’nin Batı yakasının ruhuna uygun yorum ancak böyle bir yorumdur” gibi bir düşünceden hareket etmiş olabilir misiniz? Kur’an zihninizin boş bir bölgesine nazil olmadığına, bilakis müdayene ayetindeki şahitlik meselesiyle ilgili izahatınızda belirttiğiniz gibi, miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun tecrübe dünyasına indiğine göre, vadribûhünne lafzının nüzul ortamında nasıl anlaşılıp nasıl uygulandığı meselesinin sizce hiçbir kıymet-i harbiyesi yok mudur? Eğer yoksa müdayene ayetinin tefsirinde niçin, “Araplar kadınlara şöyle muamele ederdi, onları mal yerine koyardı?” gibi tarihsel arka plan bilgisi vermek ihtiyacı hissettiniz? Ayetlerdeki ilk ve tarihi manalardan kalkarak yeni durumlar ve sorunlarla ilgili yeni yorumlar yapılabilir; fakat dildeki kelimelerin tarihsel tecrübeyle de pekişmiş anlamları üzerinde keyfî operasyonlar yapılmaz, yapılamaz.
Bahis konusu ayetteki darb kelimesine, şu son yıllara, -hadi bilemediniz-, özellikle Batı dünyasından gelen esintilerle müslümanların da gündemine giren kadın hakları, eşitlik, özgürlük gibi kavramların tartışılmaya başlandığı yirminci yüzyılın başlarına kadar sizin verdiğiniz manaya muadil bir mana veren kaç müfessir olmuştur?

Onbeşinci asra gelinceye değin sayısız müfessirden bu anlamı fark veya tercih eden birisinin çıkmamış olması sizce de biraz garip değil midir? Yoksa bu müfessirlerin Arap diline vukufiyeti sizden bizden daha düşük seviyede midir? Eğer bizim Kur’an’daki bir kelimenin sözlükteki birçok anlamından birini istediğimiz şekilde tercih etmek gibi bir özgürlüğümüz varsa, sözgelimi, “ikame-i salât” tabirine bildik şer’î “namazı hakkıyla eda edin” yerine “adam gibi dua edin” gibi bir mana verdiğimizde, siz hangi ölçüt ya da gerekçeyle bu mana takdirinin isabetsiz olduğunu söyleyeceksiniz? Şayet biri kalkıp, “Salât kelimesinin dildeki en temel anlamlarından biri, hatta birincisi “dua” ve “niyaz”dır. Biz de bu anlamı esas almışız ve ikame-i salât tabirinin bildik namaz ibadetini ikame/ifa etmek anlamına gelmediği sonucuna ulaşmışız” derse, buna hangi haklı gerekçeyle itiraz edeceksiniz? Muhtemeldir ki bu konuda tarihî referanslara ve geleneksel yorumlara atıfta bulunacaksınız; peki darb meselesinde niçin böyle bir ihtiyaç duymazsınız?

Öte yandan, Nisa 3/34. ayetteki darb kelimesine “evden uzaklaştırmak” manası verdiğimiz takdirde, “Sizden biri hanımını köle/cariye döver gibi dövecek, gece vakti de [utanıp sıkılmadan] onunla aynı yatağa girecek, öyle mi?!” hadisine de aynı paralelde mana vermemiz gerekir. Çünkü bu hadis de aynı meselesiyle ilgilidir. Ancak böyle bir mana takdiriyle hadisin, “Sizden biri karısını köle/cariye gibi evden uzaklaştıracak, gece vakti de onunla aynı yatağa girecek öyle mi?” gibi saçmasapan bir hale geceleğini sanırım siz de kabul edersiniz. Yine veda haccı hadisindeki kadınların dövülmesiyle ilgili ifadeyi gayra müberrihin (yaralayıcı olmaksızın) kaydıyla ve sizin mana tercihinizle birlikte Türkçeye aktardığımızda karşımıza ne kadar absürt bir mana çıkacağını da takdir edersiniz.

Tefsir sahasında çalışan bir ilim adamı olarak, Kur’an’ı doğru anlama ve yorumlamanın salt Kur’an metnindeki lafızların delaletiyle olmayacağını benden iyi bildiğinize göre, niçin her defasında mushafı açıp, “Bakın bu kelime şu demektir, şu zamir şuraya gitmektedir” diyerekten izah yapıyorsunuz? Bunun yanında, lafız üzerinde sözlük manipülasyonuyla istediğiniz operasyonu yapamayacağınızı fark ettiğinizde derhal savunmacı bir üslupla nüzul dönemi bilgisinden istimdatta bulunuyorsunuz? Biraz öyle, biraz böyle diyebileceğimiz bu keyfi tutum, televizyon ekranında size soru soran sunucu kadın ve sayısız seyirci tarafından fark edilmese de, bu tutumun Kur’an konusunda az çok bilgisi ve birikimi olan insanlar tarafından ilimde usul, adab ve erkân adına çok büyük bir arıza olarak görüldüğünden emin olabilirsiniz?

Sevgili hocam, sürekli olarak, “Kur’an, ille de Kur’an” diyorsunuz ve her defasında insanları Kur’an’a ve Kur’an İslam’ına davet ediyorsunuz. Ancak Müslümanlar, “İşte geldik Kur’an’a; ama bu Kur’an’da insanlar hür, köle, cariye diye kategorize ediliyor. Göğüsleri yeni tomurcuklanmış cennet hurilerinden bahsediliyor. Yine kocasına diklenen kadını dövün, küçük kız çocuklarını kocaya verin gibi şeylerden de söz ediliyor” deyince, ister istemez, “Hayır, Kur’an bunların hiçbirinden söz etmiyor?” diye karşılık verip sıkıntıya yol açan tüm ayetleri sözlük marifeti ve kelime oyunlarıyla bir bakıma yeniden yazmaya başlıyorsunuz. Bunu yaparken de gerek Arapça sözlüklere kaynak oluşturan Arapların lisani örfünü, gerek Ferrâ, Ebû Ubeyde ve daha birçok deve dişi gibi dilci müfessirin ne dediklerini ve gerekse bütün bir tefsir tarihi boyunca sayısız müfessirin kesintisiz olarak söz konusu kelimelerle ilgili mana tercihlerini ve bu konudaki ilmî hassasiyetlerini hiçe sayıp, Arapçanın gramerini, dil hazinesini ve semantiğini adeta siz oluşturmuşçasına istediğiniz kelimeye dilediğiniz manayı vermeye kendinizi mezun görüyorsunuz, üstüne üstlük kendi yorumuz ve mana tercihinizi takdim ederken, “Bütün müfessirler tarih boyunca halt etmişler” demeye getiriyorunuz.

Madem ille de Kur’an dediniz, hadi biz de geldik Kur’an’a. Peki, bu nemenem bir Kur’an’dır ki İslam düşünce tarihinde birbiriyle taban tabana zıt görüşler savunan onca mezhebe birçok delil sunuyor ve hiçbir mezhep “Bu Kur’an bizim görüşlerimize yönelik pek malzeme vermiyor” gibi bir şikâyette bulunmuyor. Kur’an -hâşâ- Süleyman Demirel’in değil, Allah’ın kelamı olduğuna göre, O’nun kelamının “Mutezile sen haklısın, Eş’arilik sen de haklısın; Ehl-i Sünnet de doğru söylüyor, Şia da doğru söylüyor” demesi mümkün müdür? Böyle bir şeyin mümkün olmadığında şüphe bulunmadığına, üstelik Kur’an lafızları mana takdiri açısından kimi zaman çok kaygan ve kaypak bir zemin oluşturduğuna göre, o zaman niçin bile bile lades dercesine, anlam ve yorumu sırf lafızda aramak ve sözlük yordamıyla kotarmakta ısrar ediyorsunuz?

Bence bu konudaki ısrarınızın sebebi şudur: Bir kere “İlle de Kur’an” dediniz ve insanların dikkatini salt Kur’an’a çektiniz. Ama siz de biliyorsunuz ki bugünkü insanlar çölde deveye binen, birkaç karısına ilaveten bir dizi de cariye edinen insanlar değil, kendilerince tek eşliliği erdem sayan, tveet atan, facebookta sayfa açan ve o sayfada tefsirin daniskasını da yapabilen insanlar. Ama gel gör ki ağzınızdan çıktı bir kere Kur’an diye. Bu yüzden Kur’an’ı tam da bugünün insanının terakki olarak gördüğü modern kabullere, bilhassa jipe binen ve residancelerde ikamet eden çağdaş müslüman çevrelerin beklentilerine uygun hale getirmek gerek. Evet, Kur’an nazil olduğu gün bir şey söylemiş, ama o gün doğrudan doğruya Araplara ve onların dünyasına göre söylemiş. Biz Arap olmadığımıza, 2014’ün Türkiyesinde yaşadığımıza göre, ayetlerin tam da bizim isteklerimiz ve beklentilerimize göre konuşması gerek, değil mi?

Şimdi kalkıp, Kur’an ilkin ne demiş ve ilk muhataplar ne anlamıştı gibi bir mesele üzerinde kafa patlatmak ve buradan hareketle ayetlerin bugüne yönelik mesajını araştırmak gibi ciddi ilmî bir çaba ortaya koymak, kuşkusuz bu beklentileri tam olarak karşılamayacak. Çünkü günümüz insanı “Kur’an İslam’ı” söyleminden dolayı, “Bu Kur’an her bir kelimesiyle doğrudan ve bizzat benim hakkımda konuşuyor” düşüncesine iman etmiş görünüyor. Gerçi vahyin miladi yedinci yüzyılda Hz. Peygamber ve çağdaşlarının dünyasına nazil olduğunu da inkâr etmiyor, ancak bu tarihi gerçeğin dikkate değer bir anlam ifade ettiğini de düşünmüyor. Osmanlı devleti ve Kanuni Sultan Süleyman kendisini ne kadar ilgilendiriyorsa, Kur’an’ın vakti zamanında Arap diliyle Araplara nazil olması da o kadar ilgilendiriyor. Bizim modern Kur’ancı müslümanımız, ayette geçen “Sen” ve “Siz” zamirlerinin tümünü “Ben” ve “Biz” diye anlamaya alıştığından, Kur’an doğrudan doğruya kendi şahsına inmiş gibi düşünüyor ya da böyle düşünmek istiyor. İşte bu düşünceden dolayı, biz bırakalım ayetlerdeki ilk ve aslî anlam meselesini de şu televizyon karşısında bizi dinleyen milyonlarca insanı memnun etmeye bakalım. Böylece hem bir nevi kamu hizmeti yapmış olalım, hem de o insanların gönüllerinde taht kuralım, değil mi?!

Sevgili hocam, popülaritenin dinden-imandan daha değerli görüldüğü bu modern çağda böyle bir popülist tutum çok kışkırtıcı ve insanın içini gıcıklayıcı olsa da ilmî namus adına inanın çok büyük bir hata ve günahtır. İlim adamları olarak bizim işimiz, basit, ucuz ve manifülatif yorumlarla insanları gönülleyip keyiflendirmek değil, kafa patlatarak, emek sarf ederek bugünün dünyasında İslam ve müslümanlığın gerçek manada nasıl olması gerektiğine dair ciddi fikirler ve eserler ortaya koymaktır. Bu anlamda İslam ve müslümanlık, kabir azabı var mı yok mu, cennette Âdem’i kim kandırdı gibi meselelerden çok daha ciddi ve önemli bir meseledir. Şu son günlerde yaşandığı üzere, hocaefendilerinin dilinden Allah, kitap, din, iman gibi kelimeler hiç düşmeyen bir cemaatin belli kurumlarda yuvalanmış çetesinin ülkeyi yangın yerine çevirmesi, herkese din-iman öğretirken kendilerinin porno kasteçilik yapmasında hiçbir beis görmemesi gibi bir olguyla karşı karşıyayız ve bu olgunun bütün bileşenlerinin İslami kavramlarla irtibatlandırıldığına tanık olmaktayız. İşte böyle bir düzlemde kabir azabı, Âdem-Havva-Şeytan gibi meseleler “dinî geyik muhabbeti” olmaktan fazla bir değer ifade etmemektedir.

Günümüz dünyasında İslam ve Müslümanlığın gerçek manada tebliğ ve temsili ise Kur’an metnini açıp kelime oyunlarıyla birtakım teviller yapmakla gerçekleştirilebilecek kadar basit bir iş değildir. Ama gelin görün ki biz bunca yıllık ilmî emeği bu denli basit meseleler uğruna heba etmekteyiz. Üstelik ilmî usullere riayet gibi bir kaygı da gütmemekte, maalesef “merdivan altı” diye nitelendirdiğim bir anlayışa ilmîlik kazandırmak gibi çok yanlış bir güzergâhta seyretmekteyiz. Bugünün Türkiye’sinde kadın ve darb meselesini konuşup tartışmayı, tıpkı Bizans (Doğu Roma) ulemasının kuşatma altında meleklerin cinsiyetini tartışması gibi, son derece kısır ve lüzumsuz görmeme rağmen, sizin ÜLKE TV’deki programımız sebebiyle bu konuda maalesef konuşmak zorunda kaldım.

Günümüzde kocanın aile içindeki reislik rolü ve gerektiğinde karısını dayak yoluyla tedip edebileceği konusunda Kur’an’a ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında bazı müslüman araştırmacılar sözüm ona Kur’an’ı mahcubiyetten kurtarmak ve aynı zamanda modern duruma uyan, çağdaş toplumun özlem ve beklentilerini de karşılayan bir Kur’an ortaya çıkarmak adına Nisâ 4/34. ayetteki nüşûz fiilini “kocayı aldatmak”, “başka bir erkekle yasak ilişkide bulunmak” (zina) gibi manalara geldiğini ileri sürmüşlerdir. Benzer bir yaklaşımda da nüşûz kadının kocasından nefret edip gözünü başka bir erkeğe dikmesi şeklinde izah edilmiş ve bu izahta Râğıb el-İsfahânî referans gösterilmiştir. Râğıb’ın nüşûz kelimesine böyle bir mana verdiği doğrudur; fakat bundan önce, “Kadının kocasından nefret etmesi, ona diklenip itaat etmemesi” manası vermiş olması da söz konusudur.
Birçok Türkçe Kur’an çevirisine de yansıyan bu savunmacı yaklaşımda “kavvâm” kelimesi koruyucu, kollayıcı, gözetici gibi anlamlarla karşılanmak suretiyle karı-koca arasındaki ilişki bir egemenlik ilişkisi olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Aynı şekilde “itaatkâr kadınlar” anlamındaki “kânitât” kelimesi, taraflar arasında otoriteryan bir hiyerarşiyi öngörmeyen “saygılı, uysal” gibi anlamlarla karşılanmak veya itaat edilen otorite kocaya değil, Allah’a verilmek suretiyle ayetin erkek egemen dokusu zayıflatılmaya çalışılmıştır.
Kur’an’ın bütün ahkâmıyla tarih-üstü bir metin olarak algılanmasının herhangi bir dönemde hoş karşılanmayan veya izahı zor olan öğeleri Kur’an’dan düşürme yahut herhangi bir dönemde ihtiyaç hissedilen öğeleri Kur’an metnine söyletme şeklinde bir bilinç karmaşasından ortaya çıktığı kesindir. İçinde erkeklerin hanımlarına vurmalarını onaylayan bir ayetin bulunmadığı çağdaş bir Kur’an metnine duyulan özlem de bu geleneksel ve psikolojik arka plandan beslenmektedir. Erkek egemen karakterden ve her türlü şiddet unsurundan arındırılmış bir Kur’an metnine sahip olmak çağdaş müslümanların ilk özlemleri olmadığı gibi son özlemleri de olmayacaktır.

Ancak hiçbir tarihsel veriye başvurulmasa bile yalnızca Kur’an metninin bütününe yansıyan gerçeklik nedeniyle, çağdaş özlemlere cevap verecek Kur’an versiyonları üretmek, ilmî açıdan savunulamazlığı bir yana belli kesimleri tatmin ve mutlu etmenin ötesinde ikna edicilikten uzak kalacaktır. Kur’an’ı ataerkil ve egemen karakterden arındırmak, “darb” kelimesine “vurmak, dövmek” yerine “evden uzaklaştırmak” gibi daha yumuşak ve sakıncasız anlamlar takdir etmekle gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir. Kocanın reisliğini gözetmenliğe, kadının kocasına karşı itaatini saygıya, kadının kocasına karşı isyankârlığını huysuzluğa ve kocanın karısını dövmesini şiddet içermeyen herhangi bir eyleme tahvil etmek suretiyle üretilen çağdaş versiyonlarıyla bile Nisâ 4/34. ayet erkek egemen dokusunu hâlâ yeterince koruyor olacaktır.

Kur’an’ı kendi özgün bağlamı ve kendi tarihselliği içinde okuyup anlamaya çalışmanın alternatifi onu çağdaş yorumcunun tarihselliğine gömmek ve/veya modern algının insafına terk etmekten başka bir şey değildir. Örneğin, günümüz Türkiye’sinin batı yakasına hitap eden bir metin olarak görüldüğünde rahatsızlık doğuran Nisâ 4/34. ayetteki muhteva kendi özgün bağlamına yerleştirildiğinde, ilk muhatapları mevcut olandan daha iyi ve insanî tutuma sevk eden bir öneriye dönüşür. Boşanmayı tek makul çözüm kılacak derecede şiddetli geçimsizlik hâlinde dahi eşlere geçmişteki güzel günlerin hatırasına uygun davranmalarını salık veren Kur’an’ın kıyamete kadar tüm müslüman erkeklere karılarını dövme talimatı verdiği düşünülemez.

Kur’an’ın ilk muhataplarından bahsedildiğinde, yirmi küsur yıllık hareketli bir tarih dilimini içeren nüzul döneminde standart bir yapı anlaşılmamalıdır. Kur’an’ı anlama sürecinde başvurulması gereken bir ölçüt olarak “ilk muhatap kitle” her bir pasaj için yeniden tespit edilmesi gerekecek derecede kendi içinde değişkenlik arz eden dinamik bir insanî gerçeklik olarak görülmelidir. Nisâ 4/34. ayetin nüzulüne sebep olan hadise bu konuda fikir verecek mahiyettedir. Rivayete göre babasıyla birlikte Hz. Peygamber’e gelerek eşi tarafından dövüldüğü anlatan asil bir hanıma (Habîbe bint Zeyd) Hz. Peygamber, “Kocana (Sa’d b. Rebî) misillemede bulun” demiş ve Nisâ 4/34. ayet bu hadise hakkında inmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in, “Biz bir çözüm istedik; ama gelin görün ki Allah bundan farklı bir çözüm irade etti” (eradnâ emran ve-erâdellâhu ğayrah) şeklinde ilginç bir söz söylediği nakledilmiştir.

Bu tarihî arka plan bilgisinden hareketle Nisâ 4/34. ayetin, eşiyle arasında bir sorun çıktığında, yani eşi kendisine dikbaşlılık ettiğinde ilk tedbir olarak dayağa başvuran adamlara hitap ettiğini ve onlara daha insanî çözüm yolları önerdiğini söylemek mümkündür. Bu inceliği göz ardı etmek, Kur’an’ın tüm erkek muhataplarının sabah-akşam eşlerine dayak atan adamlar olduğu gibi, tarihsel gerçekle bağdaşmayan bir yargıya veya Kur’an’ın bütün evli erkeklere gerektiğinde eşlerini dövmelerini salık verdiği gibi bir yanlış anlamaya yol açabilmektedir. Hâlbuki bu ayet ataerkil Araplar arasında eşini dövmeyi belki de tek yöntem olarak benimsemiş erkeklere başka yöntemler ve tedbirler salık vermektedir.

Ataerkil bir toplumda önerilen çözüm yollarının ataerkil veya erkek egemen karakter taşıması gayet tabiidir. Karısını cezalandırma hususunda erkeğe cinsel boykot önerilmesinin de ancak erkeğin çok eşli olması durumunda bir makuliyet arz edeceği izahtan varestedir. Haddi zatında Kur’an’da önerilen nasihat, cinsel boykot ve dövme tedbirlerini gerektiren sorunda ancak erkek egemen bir toplumsal doku içerisinde sorun teşkil eden bir nüşûz olduğunu söylemek gerekir. Sonuç olarak, erkeklerin tedip maksadıyla hanımlarını dövme yetkisine sahip kılınması Kur’an metnine ait bir gerçekliktir.

Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu ifademiz sadece Kur’an’da “karı dövme”den söz eden bir ayet bulunduğuna dairdir. Herhangi bir dönemdeki erkeklerin eşlerine karşı şiddete başvurmalarını onaylamak bu satırların yazarı açısından kabil değildir. Böyle bir ahlakî düşüklüğü Kur’an’la temellendirmeye kalkışanların, üstüne üstlük kadın cinsinin biyo-psişik gelişimi bakımından dayağın yaralarını sayıp dökebilecek bir lafazanlık düzeyi kesbedenlerin durumunu layıkı veçhiyle tavsif edebilmek de pek mümkün olmasa gerektir.

Bu konuda söylenecek nihai söz şudur: Çağdaş müslümanlar Kur’an’ın nüşûz ve darb konusundaki tavsiyesinden ziyade bu tavsiyenin Hz. Peygamber’in fiili sünnetinde nasıl karşılık bulduğuna dikkat etmelidir. Nitekim eşlerini boşanma konusunda muhayyer bırakacak derecede aile içi huzursuzluklar yaşandığı dönemde bile Kur’an dayakla tedibe ruhsat tanıdığı halde en ufak bir şiddet eğilimi göstermediği gibi eşlerini döven arkadaşlarını, “Sizden biri hanımını köle/cariye döver gibi dövecek, gece vakti de [utanıp sıkılmadan] onunla aynı yatağa girecek, öyle mi?” (Buhârî, “Tefsir” 91, “Nikâh” 93; Tirmizî, “Tefsir” 91) gibi çarpıcı sözlerle paylamıştır. İşte bu yüzden müslümanlar için öncelikli rehberlik, Hz. Peygamber’in rehberliğidir. Unutmamak gerekir ki Kur’an Hz. Peygamber de dâhil olmak üzere bütün herkese hitap etmekte, ancak herkes ilahi hitabın gereklerini Hz. Peygamber gibi yerine getir(e)memektedir.

Mademki Allah’ın sözü tutulacaktır; öyleyse kendi öznelliğimizle bizatihi sözün kendisini “çağdaş Kur’an üretme” pahasına te’vil ve tatbike çalışmaktan ziyade, onun en güzel te’vili/teevvülü (pratik yorumu) olan nebevi sünnete bakmak ve bunu esas almak daha akıllıcadır. Nebevi sünnetteki uygulamaya bakıldığında, “Adam olan, karısını dövmez” sonucuna ulaşılır.

(Karı dövme meselesi bağlamında Ömer Özsoy’un “Çağdaş Kur’an(lar) Üretimi Üzerine ‘Karı Dövme’ Olgusu Bağlamında 4.Nisâ, 34 Örneği” (pdf)  (İslâmiyât, cilt: 5, sayı: 1, 2002) başlıklı makalesini hararetle tavsiye ederim).